Artık hepiniz telefonla ilgili davamdan sıkıldınız, biliyorum. Ama samimiyetle söylüyorum benim kadar sıkılmış olamazsınız. O kadar sıkıldım ki artık nokia’ya bile sinirlenemiyorum. Bu sebeple dünkü koşuşturmamı başka bir algıyla anlatacağım size. Elimde karar tutanağı olmasına rağmen nokia beni hala oyalamakta, ne yeni bir telefon ne de paramı vermemekte. Her zamanki gibi tüketici amca’yı aradım. Artık sesime nasıl bir bıkkınlık yapıştıysa adamcağız “sakın magnet hanım, umutsuzluğa kapılmak yok. İlla ki alacağız hakkınızı. Hemen atlayıp gelin, icra takibine başlayalım” deyiverdi. Ofiste yoğunluk da yokken, atladım gittim ben de Kadıköy’e. Önce bana bir terapi yaptı. Bu işe duygusal olarak bakmamalıymışım. akılcı davranan bilinçli bir birey olmama rağmen, telefondaki bıkkınlık bulaşmış sesim kendilerini üzmüş. Davadan caymamdan korkmuş. “Olur mu tüketici amca” dedim. “Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın!” Ben sanıyorum yine bir dilekçe yazacak benim adıma, posta ile ilgili makama yollayacağız. Meğer adliyeye gidip bizzat teslim etmem gerekiyormuş dosyayı. C Adliyesi. Fikirtepe Gözcübaba’daymış. “Haa?” oldum duyunca. Hiç kadıköy’ün o taraflarına gitmemişim. Tarifler vs. Babamın değişiyle “allahın siktir ettiği bir memleket” olarak nitelendirilebilecek Gözcübaba’ya ulaştım. C Adliye’sini buldum ve girdim içeri.
Çocukluğumdan beri en nefret ettiğim mekanlar devlet daireleridir. Daha bebekken bile Ziraat bankası’na girince ağlamaya başladığımı söyler annem. Ağır kağıt kokusu, koşturan asık suratlı insanlar, ne kadar sıradan giyinirsen giyin o kalabalığın içinde farklı olduğun algısını zaten sen farkındayken bir de bakışlarıyla dürtükleyen yurdum insanları, ter kokuları, komik komik bağıran mübaşirler, kendini allah sanan bakışlarla cübbe yakasının üstünden insanları süzen ama eli yüzü düzgün birini görünce düşmüş çenesini toplayamayan hukuk adamları, yardımsever çaycılar ve temizlik görevlileri, masaların üzerinde duran yığınla dosyalar, fala kapatılmış kahve fincanları, çıngırdayan çay kaşıkları, telefonda annesine akşama kader’le iş çıkışı biraz dolaşacaklarını söyleyen danışmadaki dışlerinin araları kahverengi olmuş çakma sarışın kız, postane odasında dinlenen muhtemelen TRT radyosundan Zeki Müren, baygın bakışlı posta memurları, dosya teslim sırasında sürekli sıraya girmeden işlerini halletmeye kalktıkları için benden adalet zılgıtı yiyen avukat mı, savcı mı ne olduğuyla ilgilenmediğim cübbeli hukuk insanları(!), önüne geçemeyince annemin taktiğiyle totoyu bir tarafa kolumu bir tarafa dayayarak geçiş yolunu bu küçük bedenimle bile kesmem, 3 kat aşağı, 5 kat yukarı, sonra yine 2 kat aşağı... 2,5 saatte dar attım kendimi dışarı. Yolda, kendimi düşünürken yakaladım. Bu insanlarla aynı dünyada mı yaşıyoruz? Aynı ülkede mi? Aynı muhitte mi? Onların da evlerinde internet var mı? Vizyondaki filmleri izliyorlar mı? Aynı gazeteleri mi okumuyoruz? Aynı mağazalardan mı alışveriş yapıyoruz? Kıyafetleri, görünüşleri, konuşmaları, bakışları bana benzemeyen o insanların herbiri bir Aziz Nesin romanının kahramanıydı. Ben birkaç saatliğine onların yaşadığı kitaba konuk oldum sadece. Şimdi kendi yaşamıma dönebilirim.
4 yorum:
güzel tesbitler :)
doğuştan o ortamın insanı olmadığın gibi doğuştan analiz yapma özelliğinde var. bende etrafımda olan biteni izlemeyi analiz etmeyi severim. keşke analizi kübada bacağında sigara saran kadınlar üzerinde yapabilseydim diyorum bazen ama mümkün değil memleketimde :)
he ya. herif ölmeden gitmek lazım küba'ya. sonra tadı tuzu kalmayacak.
alem deste deste tatil fotolarını yüklüyor feyse. ne zaman küba'ya gidebileceğiz Chop :(
Sevrim yapıp burayı Küba haline getirelim yoldaşlar!
Ama bir dakika, ne için, kimin için? Yukarıda saydığın karakterleri düşündükçe insanın içine umutsuzluktan da büyük bir boşluk düşüyor. Bir çok idealist bu yüzden, bu insanlar yüzünden yok oluyor...
yok ya, Küba'da turist olmak güzel. kendi vatandaşları restoranlara barlara giremiyorlar biliyorsun. en azından gücümüz yetmiyor diye gidemiyoruz biz. bir de yasak olduğunu düşünsene!
Yorum Gönder