Sayfalar

30 Temmuz 2010 Cuma

seni dinlemiyorum bak

İnsanlar anılarını, hislerini, hikayelerini kısacası kendilerini anlatmayı pek bir seviyorlar. bazen öyle bir kaptırıyorlar ki, bir ortamda herkes konuşanın bir an evvel lafını bitirmesi için sabırsızlıkla bekliyor. bir kaplanın avına sinmesi gibi. herkes laf bayrağını almak için sabırsız. konuşandan sonra hemen lafı alıp hikayesini anlatmalı. lafı kapan o olmalı. olmazsa olmaz! o kadar çok kaptırmış ki, insan psikolojisini bilen, aslında dinleyen dinlemeyen ayırabilen biri bile olsa gözü görmüyor artık karşısındakinin tepkilerini. normalde ilgi göstermediğim insanların hikayelerine tahammülsüzüm. eskiden kabalık olmasın diye gülümseyerek dinlemeye çalışırdım. artık "off sıkıldım" deyip kesebiliyorum. ancak iş hayatında bunu yapmak pek mümkün olmuyor. mesela konuşan kişi müdürünüz ya da bilmem kaç zilyarlık ürün satmaya çalıştığınız bir müşteri. Mümkün değil. her türlü yavşaklığı, kibarlığı yapacan. kaçarı yok. bazen (genellikle benim için ucunda para yoksa)  o kadar daralıyorum ki, bilinçli bir yapmacık gülümseme artı hiç cevap vermeme artı cep telefonumu karıştırma gibi beden dilimle "seni dinlemiyorum" demenin aklıma gelen her yolunu kullanıyorum. bana mısın demiyor arkadaş. illa anlatacak. bir de ardı arkası kesilmiyor hikayelerin. ömrümden ömür götüren bir harekettir bu. n'olur sizler de kendi hayatlarınızda dikkat edin bu mevzuya.

28 Temmuz 2010 Çarşamba

kadın dediğin

sanırım 2009 Aralık'tı bu fotoğraflar yayınlandığında. D&G'nin 2010 İlkbahar çekimleri. Tanıyanlar Madonna hayranlığımı bilir. Ancak bu kareyi sadece Madonna olduğu için değil, sanki bir film sahnesi gibi yaşayan bir fotoğraf olduğu için de seviyorum ve fotoğrafçı Steven Klein'i de anıyorum.


yalnız D&G'nin web sitesindeki bu videoyu kaçırmışım: tık

25 Temmuz 2010 Pazar

çeyizin o senin, dokunma!

dün annemlere gittim. sanırım önümüzdeki hafta evlerinde 3 aydır devam eden tadilat bitiyor. bu süre zarfında boşanmadıklarına göre daha da boşanmazlar diye düşünüyorum. Evde herşey değişmiş, benden hiç iz kalmamış artık. Bu cümleyi eve girdiğimde dışımdan söylemişim ve babamdan gelen cevap beklenildiği gibiydi: "kızım, birkaç parça eşyanı burada bırak istersen" (nerdeyse ağlayacak) Buradan babamın hiç değişmediğini, evden gitmemi kabullenmiş olmasına rağmen asla alışmak istemediği bir durum olduğunu bizim aileyi hiç tanımayan biri bile anlayabilir. Annem beni biraz şaşırttı. Zira eve ilk çıktığımda evinde "çeyiz" adı altında alınmış 1 oda dolusu ev eşyasından zınnık koklatmamıştı bana. "hayır, onlar çeyiz. evlenmeden olmaz." ayrıca o eşyalar yüzünden senelerce üst üste oturmuştuk. çeyizler yüzünden neredeyse evde yatmaya yer yoktu! burdan da bir nefretim var zaten çeyizliklerime. bu kez gittiğimde "bak şurdaki koliler senin çeyizlikler, bir karıştır istersen var mı bir ihtiyacın" deyince bilmem kaç volt elektrik verilmiş insan gibi oldum önce. kala kaldım öööyle tavşan gibi bir süre. "Anneme bak, sonunda evlenmediğim için bana 2. sınıf insan muamelesi yapmaktan vazgeçti" dedim. Zaten moralim 10 numara, üstüne bir de annemin bu gelişimi. dokunsan ağlıycam duygu yoğunluğundan! sonra atladım kolilerin içine. inanmakta güçlük çekiyorum ama 6 takım tabak seti saydım. tencere, tava, havlu, nevresim, çetik bunların adetlerini utancımdan vermek istemiyorum. yeminle 3 ev kurulur. benim evkur'dan 15liraya alınmış cattle'ı atıp hemen yerine moulinex olanı, tencere namına ne varsa hepsini atıp tefal takımlarla dolaplarımı doldurmayı hayal ederek ayırıyorum birşeyler. bir ayırdım "ama senin var şimdi su ısıtıcın. buna ihtiyacın yok" dedi. iki ayırdım "tencerelerin güzel eskimedi bişi olmadı şimdi bu tefal takıma yazık kızım" dedi. 3 ayırdım başka birşey... "Anne yeter ya, ben bunlardan ümidi kesmiştim. madem vermeyeceksin niye ağzımı sulandırıyorsun kolileri açıp açıp" sonunda kala kala bana 3 kişilik bir yemek takımı kaldı. benimkiler çok eskiymiş. bir tek buna ihtiyacım varmış. zaten evimden 2 kişiden fazla misafir ağırlamam mümkün değilmiş. kahve fincanlarına varana kadar tam bir takımmış... daha kaç sene o eşyaların kutularda bekleyip modellerinin geçeceğini bilemiyorum. kesin kız kardeşim evlenip hepsinin üstüne konacak her zamanki gibi. bana yine simbo marka uyduruk mutfak eşyaları, bana yine dikenli taşlı yollar, bana yine kendin çalış kendin al Magnet!

24 Temmuz 2010 Cumartesi

işte geldim burdayım, ben bu işte ustayım!

en yakın arkadaşımın mahalleme taşınması ve gelmekte olan iyi bir haberin kokusu acayip heyecanlandırdı beni. kendimi tutamayıp küçük alışverişlere bıraktım. şapka, etek gibi. kadınlara en çok mutluluk hormonunu ayakkabı salgılatıyormuş. ptesi 3 aylık biriken maaşımı da alacağıma göre nike dunk skinnylerimi sipariş edebilirim. benim magnetliğimden gururlandığım şu günler sizi tabii ki ilgilendirmiyor. neden mi yazıyorum, bazı arkadaşlar blogun en başından beri negatif şeyler yazmamdan şikayetçiydi. ben mutlu olunca nasıl yazılır bilemeyenlerdenim. bu ilk deneme. çiçekler, böcekler, falan filan:)
ama hala bankalardan ve beklemekten nefret ediyorum!

not: bu akşam evde yokuz. Evde Yokuz Orkestrası'nı dinlemeye gidiyoruz.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

aa çok ayıp oturmaya mı geldin:))

n'apıyoruz? herşeye rağmen keyfimizi kaçırmayıp dans ediyoruz.
I've got that tune.
çiçekler, böcekler, kelebekler...
 falan filan :))

kafa yapan devlet dairesi



Artık hepiniz telefonla ilgili davamdan sıkıldınız, biliyorum. Ama samimiyetle söylüyorum benim kadar sıkılmış olamazsınız. O kadar sıkıldım ki artık nokia’ya bile sinirlenemiyorum. Bu sebeple dünkü koşuşturmamı başka bir algıyla anlatacağım size. Elimde karar tutanağı olmasına rağmen nokia beni hala oyalamakta, ne yeni bir telefon ne de paramı vermemekte. Her zamanki gibi tüketici amca’yı aradım. Artık sesime nasıl bir bıkkınlık yapıştıysa adamcağız “sakın magnet hanım, umutsuzluğa kapılmak yok. İlla ki alacağız hakkınızı. Hemen atlayıp gelin, icra takibine başlayalım” deyiverdi. Ofiste yoğunluk da yokken, atladım gittim ben de Kadıköy’e. Önce bana bir terapi yaptı. Bu işe duygusal olarak bakmamalıymışım. akılcı davranan bilinçli bir birey olmama rağmen, telefondaki bıkkınlık bulaşmış sesim kendilerini üzmüş. Davadan caymamdan korkmuş. “Olur mu tüketici amca” dedim. “Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın!” Ben sanıyorum yine bir dilekçe yazacak benim adıma, posta ile ilgili makama yollayacağız. Meğer adliyeye gidip bizzat teslim etmem gerekiyormuş dosyayı. C Adliyesi. Fikirtepe Gözcübaba’daymış. “Haa?” oldum duyunca. Hiç kadıköy’ün o taraflarına gitmemişim. Tarifler vs. Babamın değişiyle “allahın siktir ettiği bir memleket” olarak nitelendirilebilecek Gözcübaba’ya ulaştım. C Adliye’sini buldum ve girdim içeri.

Çocukluğumdan beri en nefret ettiğim mekanlar devlet daireleridir. Daha bebekken bile Ziraat bankası’na girince ağlamaya başladığımı söyler annem. Ağır kağıt kokusu, koşturan asık suratlı insanlar, ne kadar sıradan giyinirsen giyin o kalabalığın içinde farklı olduğun algısını zaten sen farkındayken bir de bakışlarıyla dürtükleyen yurdum insanları, ter kokuları, komik komik bağıran mübaşirler, kendini allah sanan bakışlarla cübbe yakasının üstünden insanları süzen ama eli yüzü düzgün birini görünce düşmüş çenesini toplayamayan hukuk adamları, yardımsever çaycılar ve temizlik görevlileri, masaların üzerinde duran yığınla dosyalar, fala kapatılmış kahve fincanları, çıngırdayan çay kaşıkları, telefonda annesine akşama kader’le iş çıkışı biraz dolaşacaklarını söyleyen danışmadaki dışlerinin araları kahverengi olmuş çakma sarışın kız, postane odasında dinlenen muhtemelen TRT radyosundan Zeki Müren, baygın bakışlı posta memurları, dosya teslim sırasında sürekli sıraya girmeden işlerini halletmeye kalktıkları için benden adalet zılgıtı yiyen avukat mı, savcı mı ne olduğuyla ilgilenmediğim cübbeli hukuk insanları(!), önüne geçemeyince annemin taktiğiyle totoyu bir tarafa kolumu bir tarafa dayayarak geçiş yolunu bu küçük bedenimle bile kesmem, 3 kat aşağı, 5 kat yukarı, sonra yine 2 kat aşağı... 2,5 saatte dar attım kendimi dışarı. Yolda, kendimi düşünürken yakaladım. Bu insanlarla aynı dünyada mı yaşıyoruz? Aynı ülkede mi? Aynı muhitte mi? Onların da evlerinde internet var mı? Vizyondaki filmleri izliyorlar mı? Aynı gazeteleri mi okumuyoruz? Aynı mağazalardan mı alışveriş yapıyoruz? Kıyafetleri, görünüşleri, konuşmaları, bakışları bana benzemeyen o insanların herbiri bir Aziz Nesin romanının kahramanıydı. Ben birkaç saatliğine onların yaşadığı kitaba konuk oldum sadece. Şimdi kendi yaşamıma dönebilirim.

20 Temmuz 2010 Salı

KOLPA


Az önce müdürüm yanıma geldi ve akşam bir video izleme sitesinde (hangisinde olduğunu hatırlayamıyor) pırt diye aşağıdan benim fotoğrafımın çıktığını, altında da “merhaba, ben Merve. 21 yaşındayım. Benimle sohbet etmek istiyorsan ara” yazdığını söyledi. Sapık kuzenimin 2 yıl önce facebook’tan beni bularak “erkek arkadaşımla verdiğim samimi pozları” sanki fahişelik yapıyormuşum gibi bir bayram günü babamın da bulunduğu bir aile meclisinde ifşa etmesi üzerine hassas olduğum bu konu, beni birkaç saniyelik bir sessizliğe uğratsa da, bozuntuya vermeden “e maaşları vermiyorsunuz, ben de ekstra işler alıyorum mecburen” dedim. Bir gurur bir gurur kendimle! Ben bu kolpa olaylarını düşe kalka öğrenmişim.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

10 puandan başlayıp indirme ihtimali mi, 0'la başlayıp artabiliyor mu?

Eskiden herkesin ağzından çıkanları olduğu gibi alır, şüphesizce dinlerdim. Herkesi 10 puanla hemen hayatıma alır, zaman geçtikçe puan kırardım. Tabii genellikle de 10’dan direk 0’a şeklinde. Misal lisedeyiz. bir grup erkekle tanışmışız bilardo salonunda. Çocuklar müzik yapıyorlar. Her biri bir enstürüman çalıyor ve her biriyle birimiz flört ediyoruz. bizden birkaç yaş büyükler ve diğer bir ortak özellikleri sürekli kumaş pantolon giymeleri. Bizim ayaklar yerden kesilmiş. Çalınan şarkıları ağzımız açık dinliyoruz falan. “Kendi bestelerimiz” diyorlar. Çaldıkları şarkı da “oyunu verme anneeee”

tabii şimdi pek çoğunuza tuhaf gelecek ama o zamanlar internet yok. Özel radyolar yeni yeni açılmaya başlamış. Müthiş bir radyo dinleme hevesi var gençlerde. Serdar Ortaç’ın İstanbul FM’de, Beyazıt Öztürk’ün yanılmıyorsam Number1’da program yaptığı zamanlar. sürekli radyolar aranıp, isteklerde bulunmalar. Bir de kız lisesinde okumanın zavallılığıyla sürekli birbirimize şarkı göndermeler ve parça çalarken bütün sınıfın zincirleme olarak birbirine“radyoyu aç” çağrısı yapması. Hatta bir defasında toplu radyo dinleme seanslarından birinde Serdar Ortaç’a bağlanıp “sen kızsın di mi bak doğru söyle” demişliğimiz ve yayından alınmışlığımız vardır. Sonra bir gün kızlardan biri radyo dinlerken “oyunu verme anne” çalmaya başlıyor. Tabii ki zincirleme olarak “bizim çocuklar çalıyor, filanca kanalı aç çabuk!” şeklinde birbirimizi aramaya başladık. Sanırım herkes şarkının sonuna yetişti. Herkes kendi evinde “wauuuuw, bizim çocuklara bak hiç bahsetmediler deee” diye düşünürken DJ şarkı bitimi anonsunu yapıyor “Yaşar Kurt’tan oyunu verme anne’yi dinledik” herkes o dumurla telefonlara yapışıyor. Bu kez zincir çalışmıyor. Dedi kodu için birini yakaladın yakaladın. Yakalayamadın tüm sınıf dedi kodu yaparken sen için içini yiyerek sürekli “dııt dııt dııııt” sesini dinliyorsun. O zamanlar gugıllamak da yok. grupçak bunu çocuklara söyleyip grupçak terkettik bunları. Neyse bu olayın üzerine ortak bir karar aldık: kumaş pantolonlu erkekler yalancıdır. Kesinlikle uzak durulacak! Şimdi düşünüyorum da bir daha asla kumaş pantolonlu sevgilim olmadı.
Bu derece olmasa da hala saftıronluklar yaparım kimi zaman. Özellikle erkeklerle olan ilişkilerimde. Yalnız bir iki defadır da tam tersinin olduğunu gözlemliyorum kendimde. Kazık yiye yiye artık kimsenin göründügü gibi olmadığına o kadar inandırmışım ki kendimi adamın normal haliymiş meğer, ben saatlerdir hepimizle kafa buluyor diye düşünüyorum. “Altından neler çıkacak bunun kim bilir” diyorum. Geyik olduğunu düşündüğüm muhabbete onun kaldığı yerden geyikle devam ediyorum. Sonunda yine saftıronluk yapıyorum işte. Eskiden atıyorum 10 kişiyi 10 puanla hayatıma sokup, en azından 1 tanesini kazanıyormuşum. Şimdi herkesi 0 puanla başlatıyorum. Ama 0’la da başlanmıyor ki!

6 Temmuz 2010 Salı

ilk makyaj markam - BOURJOIS

17 yaşında çalışmaya başladım ve işim gereği makyaj yapmam gerekiyordu. hayatım boyunca yüzüme fırça değdirmemiş bir çocuk olarak tabii ki yapmak istemiyordum. Ancak üst üste aldığım uyarılarla nihayet yapmaya başladım. Yediğin önünde yemediğin arkanda tr'deki bütün kozmetik firmalarının olduğu standları dolaştım ve onca marka arasından elimi ilk attığım BOURJOIS oldu. Şeker kutusuna benzeyen allıklar, pastel tonlardaki simli farlarla bana makyajı sevdiren bir marka oldu. Hala aynı  allığı kullanıyor olmam da tam bir mark lover olduğumun açık bir kanıtı olsa gerek.

BOURJOIS'e tekrar dönecek olursak ürün kalitesi, uygun fiyatları ve benim için hepsinden önemlisi ürün tasarımlarıyla her zaman farklıydı. Ancak ülkemizde yeterince iyi pazarlanamadığı için bir dönem tamamen raflardan çekilmesine rağmen bildiğim kadarıyla hala BOYNER'de sellektif markalar arasında küçük bir standa sahip.

Bugün Markafoni'ye inanılmaz indirimle çıkmış. ben en çok yukarıdaki kolye-gloss'u beğendim. sevgilini öpüp öpüp kolyenden dudaklarını yeniden pembeleştirebilirsin!

bir de web sitelerinden bahsetmeden geçemeyeceğim. anasayfada sağ alttaki nota işaretine tıklayınca açılan yeni pembe pencereden istediğin müzik tarzını tıklayıp dinlemen mümkün.
 bi' bak istersen...

2 Temmuz 2010 Cuma

Nokia'ya haber verin ben davayı kazandım

Eskiler başlıktan anlayacak kadar bilir konuyu. yeniler bir tık bir tık daha ve son tık ile aylardır devam eden mücadelemin özetini okuyabilirler.

"Hüküm: Garanti belgesi uygulama esaslarına dair yönetmeliğin 14. maddesindeki şartlar oluştuğundan, 4822 sayılı kanunla değişik 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanunun 4. ve 4/A maddesi uyarınca ayıplı hizmet nedeniyle, tüketicinin talebi doğrultusunda ayıplı ürünün firmaca geri alınarak, 29.11.2009 tarih ve 216510 nolu fatura ile ödemiş olduğu, 840TL (KDV dahil) değerinde eşdeğer bir ürünle değiştirilmesine, 15 gün içinde Tüketici Mahkemesine başviri hakkı saklı kalmak kaydı ile oy birliği ile karar verildi. "

MagnetWoman Yorumu ve Tavsiyeleri:
1- Herhangi bir ürün alırken kesinlikle fatura ve garanti belgesini alın. Beyaz eşya, telefon gibi markalı ve pahalı ürünler satanlar özellikle garanti belgesi vermeme konusunda ısrar ediyor, "fatura zaten garanti belgesi yerine geçiyor artık" gibi zırvalıklar söylüyorlar. Bir Turkcell İletişim Merkezi ve bir Arçelik Bayii'nde başıma geldi. Dikkat!

2- Asla kampanyalı bir ürün almayın. Mesela telefon alacaksanız, sadece cihazı satın alın. "bunun yanında şöyle bir bedava konuşma paketi var, böyle bedava interneti var" gibi cazip görünen kampanyalara kanmayın. 5 ay mücadele edebilirseniz ürünü alabiliyorsunuz ama bu süreçte o ek hizmetlerden faydalanamadığınız halde sanki faydalanıyormuşsunuz gibi giydirilmiş taksitleri ödemeye devam ediyorsunuz.

3- Önemseyin ve mücadele edin diyeceğim ama çok yorucu ve sinir bozucu bir süreç. Telefonu gidip kafalarında kırmak daha tatmin edici olabilir. Şimdi benim sinirim zaman aşımına uğradı mesela. tam tatmin olamıyorum.

bu akşam karar belgesini TİM'e götürüp yeni telefonumu alacağım. Sıkıntı çıkarırlar mı bilemiyorum. Benim zafer heyecanımın da takımımın heyecanı gibi kursağımda kalmasını istemiyorum. bir de yeni telefon geldiğinde aynı sıkıntıları yaşamak istemiyorum. iptal iptal iptal!!!
Merhaba ben Magnet. Bu karar tutanağı. Şu beyaz olanındans aliim.

1 Temmuz 2010 Perşembe

mimlendin kızım sen artık

Mim olaylarını bilmem. Zaten kelime olarak beni biraz ürkütüyor: “mimlendin kızım sen!” Daha once de bir iki mimleyen olmuştu ama en zayıf halka ben olduğum için bende koptu. O gün bugündür ilk mimleyen Godsy oldu.

1. Hangi işleri yarım bırakırsın ya da bıraktığın neler var?
eskiden hirbir işi yarım bırakmazdım. Beğenmediğim kitap ve filmleri bile. Şimdi keyif almıyorsam ya da bana bir faydası olmayacağını düşünüyorsam hemen bırakıyorum. Genel olarak bir işe başlamam çok zordur ama başladım mı yarım bırakmam.
2.Yakın zamanda kaybettiğin biri var mı?
ne kadar yakın? Şu günümü etkileyecek kadar yakın zamanda kimseyi kaybetmedim Allaha şükür.
3.En ağır bulduğun, sana dokunan bir yemek var mı?
genelde kırmızı etli şeyler.
4.Cinsellik ve aşk anlamında unutamadığın biri var mı?
ismen genelde unutmam ama detaylar siliniyor tabii.
5.Çocukken sevdiğin çizgi filmler?
Benim için çizgi filmin izlendiği zaman önemliymiş galiba. Sevdiğim günlerdeki çizgi filmleri seviyordum ben. Ilki Müfettiş Gadget. Sadece yazın yayınlanırdı. Bir de müziğini hala zaman zaman içimden söylerim: dıttırıttırıttıtdıtdıtdıtdıtdıttırıttırıttıt tüğ tüüüğğğ… Cuma akşamları yayınlanan bütün pıtırcık kız çizgi filmleri. Çiçek Kız, Şeker Kız gibi. (Cuma en sevdiğim gündür) Şirinler Çarşamba. (artık haftanın bitmesine çok az kalmış, hafiften yayış başlamıştır)
6.Blogger'a ne zaman kayıt oldun? Kim vesile oldu? Nereden duydun?
Aslında 2009’un başlarına doğruydu. Ama yoğunluğumdan hiç vakit ayıramadığım için asıl tarihe Eylül 2009 diyebilirim. En yakın arkadaşım ve sevgilim çok vakit geçiriyorlardı. Yani blogger’da : )En çok onlardan etkilenmiş olmalıyım. ilk boş kaldığım zaman olan Eylül 2009 gibi de aktif olarak kullanmaya başladım.
7.Çok paran oldu neler yaparsın?
Bir gemi tutar, blogdakileri de toplar, dünya turuna çıkarım. Kimseyi mimlemem. Ama sabahlara kadar sessiz sinema ya da şişe çevirmece oynatırım.

Beni önemli bularak üstümde ısrarlı bir biçimde duran Godsy’e teşekkür ediyorum. Ama galiba bu mim konusunu beceremiyorum. En zayıf halkalığımı kabul edip, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpüyor, burada satırlarıma son veriyorum.

Değmesin!

Aylardır maaşlarımızı ödeyemeyen zavallı şirketimiz laminat parkeleri yeniledi. Şimdi boya badana işleri devam ediyor. “Hani para yoktu” sorusunun cevabı bellidir böyle durumlarda: “barter.”

3 gündür boya kokusundan balığa bağlayan hafızamla ne yazacağımı da unuttum iyi mi!