Sayfalar

31 Mayıs 2010 Pazartesi

sana çantamın ebatını söyleyeyim, bana kim olduğumu söyle!


Hep küçük çantalara sığabilmek istedim. Bu konuda kendi çapımda üstün çabalar gösterdim. En azından gece dışarı çıkarken telefonumu, kimliğimi, paramı ve rujumu atıp çıkabileceğim çantalar aldım kendime. Her dışarı çıkma girişimimde de denedim sığmayı. “hadi bugünlük kalsın. Başka bir gün yine denerim” deyip erteledim. Bu denemelerim yıllarca sürdü. En sonunda sığamayacağıma kanaat edip hepsini kardeşime bırakıp vazgeçtim bu sevdadan.
Ailemle yaşarken planlı plansız sıkça dışarlarda kalıyordum. En büyük bahanem buydu. “ya akşam eve dönmezsem? Makyajımı neyle sileceğim? (makyajımın genellikle rimel, allık ve rujun ötesine geçemediğini belirtmeliyim burada). Ertesi sabah kalkınca neyle makyaj yapacağım? Tam teşekküllü bir makyaj çantası mutlaka! Saçımı taramam gerekirse ne yaparım? Mutlaka bir saç fırçası!Ya yağmur yağarsa sıçan gibi mi geçireceğim günü/geceyi? Bir şemsiye atmalıyım mutlaka! Ya beklemem ya da yolda geçirmem gereken bir süre olursa? Kitabımı koymalıyım ve tabii ipodumu! Ya aklıma sonradan unutmak istemediğim şeyler gelir de not almam gerekirse ne yaparım? Not defterim ve kalemim mutlaka olmalı! Ya regl olursam? Bir tampon ya da ped de olmalı. Ya üşürsem? Ceket alırsam elimde kırışacak. En iyisi ince bir triko atayım çantaya. Ya satış yapabileceğim birileri olursa? Kartvizitliğimi de almalıyım, evet. Telefonumu ve içinde ıvırtı zıvırtı bir ton kağıt olan ve kadınların çanta olarak omzuna asabileceği büyüklükteki cüzdanımı, parfümümü zaten saymama bile gerek yok. Oldu mu sana koca bir bavul!

Yıllar yılları kovaladı. 3 senedir ailemden ayrı yaşıyorum. Taksim’in ve Kadıköy’ün göbeğinde oturdum bu süreçte. Yürüyerek eğlence mekanlarına rahatlıkla gidilebilecek mesafelerde. Ancak dikkat ettim ki hala küçük çanta alamıyorum. Gece evime döneceğimi biliyorum. Ancak ya lazım olursa hissi ruhumu kaplamış. Gece içmeye giderken kartını kime vereceksin? Ne muhabbet edecen de not almak istediklerin olacak? Öyle demeyin, illa birşeyler lazım olur. Hiç biri lazım olmasa üstüne şarap döken birine verilecek ıslak mendilim olur.

Geçen gün moda bloglarından birinde küçük çantaların geri geldiğine dair bir yazı okudum. Yorum yaptım ama neden yaptığımı bilmeden. Bu konu beni hiç ilgilendirmiyordu aslında. Artık kabul etmiştim küçük çanta kadını olamayacağımı ve kabul ettiğimden beridir küçük çanta kullanabilmek için zorlamıyordum kendimi. Sonra gözlemlediklerimi gözden geçirdim. Genelde çok yakın arkadaşlarımın da benim gibi bavul çanta eğiliminde insanlar olduğunu farkettim. Kardeşimden yola çıkarak (kardeşim kokoşların önde gidenidir) hep bakımlı, hep makyajlı, hep kokoş, genelde topuklu ayakkabı giyen kadınların küçük çantalara daha yatkın olduğunu gördüm. Hatta sırıtımın iflas etmesiyle onlara ve özgür ruhlarına olan kıskançlığım da arttı. Bunun altında psikolojik bir neden olduğu kesin. Ama tam olarak ne olduğunu tanımlayamıyorum. Mesela büyük çanta kullanan kadınlar kendi işlerini kendileri halledenler, küçük çanta kullanan kadınlar üşüyünce cilveyle yanındaki adamın kazağını omzuna attıranlar olabilir mi? Büyük çantalı kadınlar boş geçen vakitlere üzülen ve her anını birşeylerle doldurmaya çabalayan, küçük çantalı kadınlar dururken hayal kurabilen, planlar yapabilen, hatta duramayıp dolmuşta, otobüste hergün şahit oduğumuz gibi “alo naber, napıyosun, akşam nerdeydik biliyo musunn” gibi geyiklerle eğlenceli vakit geçirirken herkese akşam ne yaptığını dinleten kadınlar olabilirler mi? Büyük çantalı kadınlar hayatta herşeye hazırlıklı olduğunu düşünen, bu sebeple beklenmedik en küçük bir durumda “zıştık” deyip yıkılan, küçük çantalı kadınlar “ya ben niye önlemimi almadım ki”düşüncesi yerine “bunun da böylesi kısmetmiş” deyip kaderin ellerinde mışıl mışıl yaşamına devam eden kadınlar olabilirler mi? Bu liste böyle uzar gider mi? Biri bana bu soruları yanıtlayabilir mi? Küçük çantayla yapamama bir psikolojik rahatsızlık olabilir mi?

28 Mayıs 2010 Cuma

“Saygılarımla,”

İş yaşamını en çekilmez kılan şey normalde “ne diyon lan sen!” diyeceğimiz kişilerle muhatap olmak zorunda olmamız. Özellikle de bu kişi müşteriyse. Titrini düşündüğümüzde “hey güzel allaam kimler nerelerde çalışıyor”dememiz de cabası!

Ben 18 yaşındayken duvarında “koşulsuz müşteri mutluluğu” yazan ve bu zıkkım şeyi Türkiye’ye getiren kurumda çalışırken bir kadını saçından tutup evire çevire dövmüştüm. Buna rağmen kovulmamış, üstüne müdürden tebrik almıştım. Zamanın törpüsü müdür, işsizlik korkusu mudur bilemeyeceğim bugün bir benzerini yapamadım.

Ne istediğini bilmeyen ve sözleşmeyi fesih de dahil hiçbir alternatifle tatmim olmayan herifin birinin ofisine döndükten sonra kibar taciz ve yalanlarla dolu maillerindeki sorularını yanıtlamakla beraber, hep “Saygılarımla,” hitabıyla bitiriyorum ya, bu aslında Türkçe’deki bütün küfürleri içeren bir lanettir.

Bu herifi “Saygılarımla,” ile dövmeye devam edeceğim. Kestiği yere kadar artık.

Not: düşük cümlelerimi ya da imla hatalarımı maruz görün. Sinirimden!

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Aslında aşk, şehvet ve şevkat arasında birşey gibi. Bunları ayrı kişilerden alarak aşk ihtiyacını pekala ortadan kaldırabilir insan. Dansederken terlediğinde terini silen, biran bittiğinde yenisini alan, üşüdüğünde hırkasını veren, saçını okşayarak uyutan bir adam olsa mesela. Bir de sevişmekten çok keyif aldığın ama başka birşey yapmak istemediğin başka bir adam olsa. Ki bunlar ilkine göre daha sık bulunur. Bunlar birbirlerini bilmeseler ya da bilseler önemi yok, senin vicdanın da rahat olsa. Ya da caponlar biraz daha çalışıp her adamın istediğimiz özelliklerini yükleyebileceğimiz yeni adamlar yapsalar. Hayat daha kolay olmaz mıydı?

21 Mayıs 2010 Cuma

hayatımda gördüğüm en kıro hareket

Dün hayat memat, bu ülke kurtulmaz şeklinde dertlenirken fazla dertlendiğimizi düşünen arkadaşımın “akşama Aya İrini’de Farid Farjad var. sana 2 kişilik yer ayarlıyorum. Kap birini gel” demesi, benim de kamuoyuna “bu akşam aya irini'de farid farjad bünyemde depresan etkisi mi yaratır, anti depresan etkisi mi yaratır?” ismiyle sunduğum anket neticesinde bir grup arkadaşımın daha orada olacağını öğrendiğim ve “neyse artık çok romance olursa arkada poi falan çeviririz” diyerekten gittiğim konser meğerse İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin “mistik” temalı festivalinin aktivitesiymiş. Bunu belediyenin kültür müdüründen tutun da Kültür AŞ denilen bu sanatçıları getirip cukkasını doldurduğunu kürsüde kibar bir dille söyleyip aynı zamanda üstüne şak şak alan ajans sahibinden, içeriye 3 yaşındaki çocuğuyla girip ağladıkça giren çıkan bir türlü sessiz kalamayan büyükşehir belediyelilerin yakınlarından anladık ve hafiften tadımız kaçtı.

Tabii ki Aya İrini’nin muhteşem ambiyansı, Farid’in içi cız ettiren melodileri ile birleşince gözümü kapatmak istemesem de sürekli patlayan flaşlar ve yurdum insanı kalabalığıyla müziği kirletmemek için konserin neredeyse tamamında gözlerim kapalıydı. Sonlara doğru gözümü açtığımda gördüğüme inanmakta güçlük çekip, arkadaşıma beni çimdiklemesini söyledim. Manzara şu: önümde oturan iki genç delikanlıdan biri kalkar. Fotoğraf makinesini arkadaşına verir. Sahnenin önüne doğru yürüyüp Farid Farjad’ı kendine fon yaparaktan kameraya doğru pişkin pişkin gülerek poz verir. Adam sahnede saçı başı dağıtmış çalarken kendinden geçmiş, gözleri kapalı allahtan. Elaleme sessiz olmuyorlar diye laf ederken bizim sıra komple kopar. ses yok, titreme var.

20 Mayıs 2010 Perşembe

adriana lima'nın kocası yakışıklı mı sizce?

adriana lima'nın vouge için verdiği pozları gördün mü kocası ne çirkin


boşuna çirkin şansı demiyolar sanırım

http://www.milliyet.com.tr/fotogaleri/41533-yasam-adriana-esiyle-poz-verdi/2

MgntWmn:

bişi dicem kopucaksın

bence adam yakışıklı

X:

ya git işine be

adriana'ya bak herife bak

karpuz tezgahına koy yadırgamaz kimse

MgntWmn:

sen bu soruyu yanlış insana sordun farkındasın di mi

X:

evet de adamda krosal bir durum var bence

yani tip de değil başka bir kötü durum var

MgntWmn:

niye mafyaya benziyo çok çekiciymiş.

gibi gibi

Her yol biraz soru işareti, biraz cevapları bulma, biraz cevaplardan kaçma, kendinden arınma, zamanı geçirme, kendinle dalga geçme, uzaktan bakıp fotoğrafı komikleştirme, kendine gülme, kendini bulma, bulmak istememe, kapıyı tıklayıp cevap bekleme, her an telefon çalacakmış gibi sanki bilgisayar “telefon birazdan çalacak” der gibi dıttırı dıttırıdıtlıyormuş gibi, hiç bitmeyecek sessizliğe hapsolmuşsun gibi, uyanmadan önceki zaman gibi, gözünü açınca istediğin diyarda olacakmışsın gibi, elinle yatağın sol yanını yoklamak zorunda değilmişsin gibi, gözünü açmadan sırt ağrılarını düşünüp masaj yapacakmış gibi, elini boş olduğunu düşündüğün cebine attığında 20 lira çıkacakmış gibi, gecenin bir yarısı eve geldiğinde “hayata gülümseyerek bakman için” notlu yeni bir diş fırçasıyla karşılaşmak gibi, bunların hepsi bir gün gerçekleşecekmiş gibi, günlerce hiç birşey yapmadan duvara bakmak gibi, hepsinin gerçek olduğunu kabullenmek gibi, rüyasız uykular dileyerek uyumak gibi, “hiçbirşey hatırlamıyorum” diyecek kadar sarhoş olmak gibi, varolmak kelimesini her okudunda küfrederken gülümsemek gibi, zaman hiç geçmemiş gibi, ama takvimlere bakmamak parmak hesabı yapmamak gibi, krozete kusarken saçını tutacakmış gibi, garson rakıyı doldururken “yeter, yarın çalışacaksın!sen hanıma bi az şekerli getir” der gibi, tahıl dolu cam kavanozlar gibi, anne bu diyarı terkettiğinde “ne diyeceğimi bilemiyorum” deyip sımsıkı sarılmak gibi, annenin buzdolabının bomboş olması gibi, dudakları uzatıp sevgilinin boynuna gömmek gibi, selvi boylum al yazmalım’ı bilmem kaçıncı kez izlerken beraber ağlamak gibi, kitap okurken tiz sese rağmen dinlemek gibi, eski aşklarını birbirine anlatmak gibi, herşeyi konuşabildiğini düşünmek gibi, en sonunda geleceğin göreceğinin aslında en baştaki olduğunu bilmek gibi, hayatın bütün defolarını biliyormuşçasına dedikodu yapar gibi, Pazar kahvaltılarını hazırlarken kendini anne hissetmek gibi, eşyalarını toplarken akıl sağlığını koruman gerektiğini düşünmek gibi, elin kolun dolu olduğu için bazı eşyalarını bırakmak zorunda olmak gibi, zaman zaman o eşyaların akıbetini düşünmek gibi, birinin hayatında zift olduğunu öğrenmek gibi, yine de birilerinin seni şarap gibi yudum yudum içmesi gibi, artık hastalık bahaneli insanlardan uzak durmak gibi, geriye kalanların da senin için fazla sağlıklı olduklarını düşünmek gibi.

Herzaman bir suçlu olması gerekmediğini, evde yalnız uyumanın cehennem olmadığını, herşeyin uyuşmakla görmek arasında olduğunu, istersen resim bile yapabileceğini, en çok inancı benliğinin hakettiğini, hayata tutunmak için aktiviteler gerektiğini, kedileri beslemenin, temizlik yapmanın, götüne koyup geçmenin unutmaya çalışmak için çaba göstermek olmadığını, soruların bitmemesi gerektiğini, ne kadar az içinden konuşursan o kadar özgür kalacağını, en büyük yalnızlığın dolaptaki tabakta beklemiş birkaç zeytin tanesi olduğunu, en büyük heyecanın anahtarın kilidinde dönerken çıkarttığı ses olduğunu bilmek gibi. Hala denemediklerini merak etmek gibi, dördüncü kadehten sonra herşey mübah gibi. Toplanıp her an gidecekmişsin gibi, hiçbir zaman yolların bitmeyeceğini bilecek kadar yaşlanmak gibi. Gibi gibi gibi gibi...

12 Mayıs 2010 Çarşamba

batıl

Küçüklüğümden beri kırtasiye malzemesi merakım vardır. Güzel defterleri, rengarenk kalemleri severim. 3 yıl önce Almanya’ya ilk gidişimde kendime ve birkaç çok yakın arkadaşıma mini çanta defteri almıştım. Üzeri desenli, swarovski taşlı, her sayfasında kelebek desenleri olan bildiğin kız defteri. Erkek adamın elini sürmeyeceği cinsten. Kızlara verirken de “hayatınız bu defterle değişsin, uğur olsun, büyü olsun inşallah” dediğimi hatırlıyorum. Çocukken hastalık derecesinde batıl inançlarım vardı. Çizgilere basmadan yürümek, sınıfta kalemtraşı kimse görmeden çöpe boşaltmak, uğurlu olan beyaz yakalarımı taktığımda günümün çok iyi geçmesi, hatta o günlerde annemin beslenme çantama koyduğu herşeyi yiyebilmiş olmak ve eve gidince dayak yememek ve bu inançlarımı ne olursa olsun kimseye anlatmamak gibi. Zamanla pek çoğundan kurtulsam da hala kalıntılarını taşıyorum. Bir şeyi ilk giydiğimde başıma kötü bir olay gelirse bir daha asla giymemeye kadar düşürebildim sanırım batıllık derecemi.

Ne diyordum, defter. Az önce birşey yazmak için elime aldım benimkini, baktım 9 sayfa kalmış bitmesine. Arkadaşlarımdan birinin deli gibi aşık olduğu sevgilisinin evlenme teklifini anlatırken “magnet, defterin uğurlu geldi. Tam bitirdim, evlenme teklifi aldım” dediğini hatırladım. 9 sayfa uleeeen, şaka gibi! Her defterde ileriki yıllarda okuyunca duygu ve düşüncelerimi not almak için birkaç sayfa da boş bıraktığımı da düşünürsek, kaldı sana 5 sayfa. SOS oynayıp, çöp adam çizip, imza mı atsam dedim bitsin diye, öyle olmazmış. “Doğalında bitirmek lazım” dedi biri. Şimdi bunu size anlattım diye büyünün bozulacağını düşünmek istemiyor, “kışşt kııışt!” kovuyorum negatifleri.

Neyse bir süre bloga değil, deftere yazarım artık.

11 Mayıs 2010 Salı

soru sorma!

geçen gün etraftaki çiftlerle ilgili dedikodu yapıyoruz arkadaşımla. bir tarafta 3-4 yıldır evli (evveliyatında bir o kadar da flört etmiş) bir çift var. artık ikisinin de birer sevgilisi varmış. aşk ve sekslerini canlı tutmak için böyle bir yola başvurmuşlar. buraya kadar ok. ancak konu ilerledikçe anlıyoruz ki bunlar giderek büyüyen bir aile olmuşlar. sosyal ortamlarda hep beraber görünür olmuşlar. kadın aslında kıskançlığından geberiyor. herifin umrunda değil. kurmuş bir oyun, oynayıp duruyor etraftakilerle. e şimdi birbirlerine dürüstçe itiraf edip edinilen sevgililerle işler giderek çığrından çıkmaya, aşk meşk dışında negatif duygular hissedilmeye başlandı alenice, ancak yokmuş gibi davranılıyor. Nerde kaldı dürüstlük, özgürlük?

diğer tarafta 2 yıldır birlikte olan, birbirleriyle konuşmaktan kaçınan, bunun için de saçma sapan konularda birbirine patlayan, ya da içinde biriken nefreti akıtmak için aldatan ve bunu itiraf etmeyen bir çift var. ikisinin de arkadaşım olması ve gelip sırlarını benimle paylaşmaları bir ağırlık yapıyor zaten bünyemde, o ayrı. bilmeseler de hissediyorlar tabii ama sorgulamak, kurcalamak istemiyorlar ve burda da giden bir ilişki ve yalan, dolan, entrika var işte.

ilişkilerde hep fazla soru sormakla ve didiklemekle suçlandım. "seni ne kadar sevdiğimi bilmiyor musun, ben senin için...., daha ne istiyorsun, herşey yolunda, sana rahat batıyor, sürekli sorularla yaşanmaz ki...." herkes tek cümle konuşulmasa da karşısındakinin yalan söylediğini hisseder. konu her zaman aldatma olmayabilir tabii ama samimiyetsiz bir tavrı hepimiz hissederiz. Bunu hissedince yokmuş gibi nasıl yapılıyor, nasıl sorular içe gömülüyor, nasıl sorgulamadan devam ediliyor, ne olursa olsun ilişki devam ediyorsa daha mı karlı / mutlu olunuyor? işte ben bunu asla anlayamadım. Bir bilen varsa anlatsın arkadaş!
Kadıköy'de bir grafiti demeye dilim varmıyor. sanat eseri!

9 Mayıs 2010 Pazar

diyeti bozduk

Bir haftadır devam eden alkol diyetimi Cuma akşamından kuru-sıkı ne varsa bozmuş olmam, o gece eski sevgilinin arkadaşlarından biriyle karşılaşıp bütün gece beraber takılmamız, gece boyunca arka oda’da tanıdığım tanımadığım herkesle ayrım yapmadan dans etmem, yolda yürürken tshirtümden cesaret alıp “eğlenelim mi” diye yanaşan bebeyi eve atmam, ertesi sabah kalkıp büyükada’ya doğum günü kutlamasına gitmem, motorda giderken yediğimiz tostların küflü olduğunu son lokmada anlamış olmam, dilburnu’na çıkınca telefonumu faytonda unuttuğumu hatırlamam, 20-25 kişilik kalabalık grubun içinde muhabbet ilerledikçe pek çok kişinin önceki ya da paralel yaşamlardan birbiriyle tanışık-ilişik olduğunu keşfetmesi üstüne bir kez daha “dünya küçük bir köy” dememiz, büyükada’da bizim dışımızda bütün grupların abdest almak için Wclerde kuyruk oluşturup, bütün mangal pisliklerini olduğu gibi bırakarak gitmeleri, doğum günü kızını “bende eğlencelik var” diye hallendirip telefonumu ararken düşürmüş olduğumu farketmem üzerine yaşanan hayal kırıklığı, sonra akşam üzeri gelen arkadaşın gelmesi için ne kadar kuvvetli nedenlerin olduğunu sevinçle görmemiz, günbatımı 3 hatun kişi olarak İstanbul manzarasına karşı kim daha uzağa işeyecek oynamamız, telefonumun emanet edildiği iyi niyetli yurdum insanı faytoncular kahyası Şahin Abi’nin bıkıp üşenmeden tüm gün babam dahil bütün çağrılarımı cevaplaması ve “Magnet şimdi yok, akşam arayın, yukarda” gibi saçma sapan cevaplarla herkesi telaşlandırması, belli bir saatten sonra arayanlara sıkılıp yanlış numara demesi, iskeleye inince insanların hatırlatmaları üzerine faytoncular kahyası Şahin Abi’ye gidip telefonumu almam, Şahin Abi’nin çok çalan telefonumdan ve açıklamalar yapmaktan yorulduğunu söyleyip bana çıkışması, adadan son motorla bostancı’ya dönmemiz ve grupta onca et tüketimine rağmen hala kokoreç yiyebilecek etçil arkadaşların olması, Cumartesi gecesi saat 11’de bağdat caddesi’nde trafiğin felç olduğunu görmemiz, herşeye rağmen Pazar günü gidip anneciğimin elini öpmem çok hoş oldu.

Diyeti bozduk.

7 Mayıs 2010 Cuma

ÇOCUĞUMA DOKUNMA!


Çocukken "büyüyünce ne olacaksın?" sorusuna cevabımdı "anne olacağım". büyüdükçe böyle bir dünyaya bir çocuk daha getirmenin bencillik olduğunu düşünmeye başladım. Gazetelerde başlıkları gördüğümde altını okumak istemedim hep. Arkamı dönüp yokmuş gibi davrandım. Hala da öyle yaparım. Bu postu koymak konusunda da çok düşündüm. bilgisayar başından dünyayı kurtarmaya çalışmalar hep saçma gelir bana. vicdan rahatlatmak da değil. emek harcamadan vicdan rahatlamıyor. bir taş attım denize. işe yararsa bir gün mutlu olurum belki. işe yararsa bir çocuk mutlu olur belki... bi' tıklar mısınız?

5 Mayıs 2010 Çarşamba

global THY’mizi tanıyalım

Kardeşim bu hafta başı THY’nin hosteslik mülakatlerine katıldı. Birkaç görüşme ve sınavın ardından elenmeyenleri son olarak bir görüşmeye daha almışlar. Bu anlatacağımı duyunca ben telefonda “NEEEYYYYY???!!!” diye kükredim ama O’na ve görüşmeye katılan diğer kızlara durum çok doğal gelmiş olacak ki, ses çıkartmadan söylenenleri yapmışlar. Hatta benim verdiğim tepkiye de bir anlam veremedi kendisi.

Kızlara üzerlerinde sadece don ve sütyenleri kalana kadar soyunmalarını, vücutlarında dövme olup olmadığını kontrol edeceklerini söylemişler. Bu nasıl bir mantık? Bu kızlar üniforma gereği yazın bile dirsekte gömlek giyiyorlar. Hadi bir dresscode var anladık. Bacak, el gibi görünen uzuvlarda dövme olmayacak. Uçakta bana hizmet edecek hostesin kıçında, sırtında olan bir dövme beni neden rahatsız etsin? Sen aleni bir şekilde 20’li yaşlardaki kızları taciz ediyorsun! Ve benim için daha da sinir bozucu olan bu kızlar ses etmeden soyunuyorlar. Sorgulamadan her istenileni yapmaya alışmışlar. Aklıma şu sorular geldi: Avrupa’da herhangi bir ülkede hostes alımlarında aynı kontroller yapılıyor mu? Yapılıyor ise ilk iş başvurusu anında bu kontrol ile ilgili bilgi veriliyor mu? THY’de 10-15 yıl önce benzer bir uygulama var mıydı? (ki bunu kabin amiri emeklisi bir abladan öğreneceğim) Hostlara da aynı şey yapılıyor mu? Hadi biraz iyi niyetle düşünelim dövme bahanesiyle vücutlarında herhangi bir hastalık belirtisi leke vs. olan var mı diye bakılıyorsa, buna bir doktorun bakması gerekmez mi?

Beyaz geceliği ve parmak arası terlikleri ile dolanan THY’nin başındaki bıyıklı amcayı düşününce bu kadar şaşırmamak gerekiyor belki ama Sertab’ın “we are globally yours” cümlesini her duyduğumda bu mu globalliğiniz diye küfrü basa basa anlatırım her yerde artık. Siz de anlatın diye buraya yazıyorum.

4 Mayıs 2010 Salı

Hıdrellez geldi bir dilek tutsana!

bu yıl kaçıncısının düzenleneceğini bilmiyorum ama ikincisinden beri herhalde 7 yıldır gidiyorum Hıdrellez Şenlikleri için Ahırkapı'ya. Daha kimseciklerin haberi yoktu o zamanlar. Giritli bahçesini açar, likör ikram ederdi bütün gece. dilek ağacının sürüklenerek suya atıldığını görebiliyorduk o zamanlar. herşey orjinaline en yakın haldeydi.

Bir Trakya çocuğu olarak bu ritüelleri iyi bilirim. Mesela Hıdrellez sabahı gençler sevdiğinin elini tutup dereye girerlerdi allahın ayazında. ne o, iki mıncıracaklar birbirlerini, bir de dua edecekler evlenmek için. 41 çeşit ot toplanır eve gelip onunla banyo yapılırdı dileğin gerçekleşmesi için. herkes en şık kıyafetlerini giyerdi bu arada. annesinden, ablasından kalan gelinliği giyenler bile olurdu, öyle söyliyeyim.

Ahırkapı Şenliklerini şehre duyuran ayaklı hoparlör oldum bunca zaman. Çevremdeki herkese duyurdum, gitmesini sağladım vs. Amaç ne? Çok eğlence var, hadi gelin. Her geçen yıl reklamlarının da daha çok yapılmasıyla geçen sene şenlik artık Ahırkapı'ya sığmadı. Sahile aldılar. Ancak insanlar yine de sığamadı. Gecemin yarısı kardeşimi aramakla, diğer yarısı da wc kuyruğunda beklemekle geçti. Şimdi bunca insanı her yıl organize edip bu yıl benden ses çıkmayınca herkes arıyor. Gidiyoruz değil mi? Bilmem siz biliyorsunuz artık gidin. o kalabalığa girebilecek miyim emin olamıyorum. Zaten artık normal halka açık bir festivale dönüşen Hıdrellez'de dilek dilemek istemiyorum. 

Bahçeye kibrit çöpünden resim yaparak dilek dileyeceğim bu yıl.